21 Mayıs 2016 Cumartesi

GERİYE KALANLAR

     Kitap tasavvuf anlattığından olsa gerek bir cümlele dalıp düşünmeme sebep oluyordu. Küçük detaylarda büyük dünyalar vardı.

   "Allah Kur'an'daki 'Şuara' suresinde 'Şair/ere sapkınlar uyar!' buyuruyor ve 'Yasin' suresinde de 'Biz o peygambere şiir öğretmedik; zaten ona yaraşmazdı!' diyordu."
   "Şairlik, bir iddianın gereğidir ve Tapduk Sultan'ım benim bütün iddialardan sıyrılmasını istemektedir."

Kitapta yer alan bu kısımlarda şairliğin kötü olduğu şiir yazılmaması gerektiğini söylüyordu. O halde neden Hacı Bektaş'tan Mevlana'ya Ahmet Yesevi'den Kaygusuz Abdal'a kadar çoğu derviş şiirleriyle biliniyorlardı ? Sorunun cevabını kendimde ve kitapta bulamayınca bir bilene sormayı denedim fakat o da yeterli gelmedi iyi bir cevabı olan varsa yazabilir.


   "Elinde avucunda bir varlık olmayan yoksul bir derviş belki de zoraki derviştir. Böyle derviş­ lik, olsa olsa miskinliğe giydirilmiş bir teselli maskesidir. Züğürdün kendini manen zengin hissetmesi gibi bir şey ... Oysa malı mülkü çevresine taşan, hazinelerinin hesabını bile tutmayan bir adamın derviş olması, onca zenginlik arasında derviş gibi yaşaması daha başkadır."demişti Yunus. Ben de ara ara düşündüm bunu böyle midir gerçekten diye sonra başka bir kısımda karşıma çıkan bir şeyle doğruladım bunu kendimce.
   "Bozkırda hayat güzelleşti­ ği, maddi imkanlar arttığı, refah yüzünü gösterdiği için insanlar daha çok dünyevileşmeye başladılar."

  En sevdiğim söz ise insanın olmadığı zamana Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Geyikli Ahi ile insan
öncesine gidip meclis yapıp geri dünyaya döndüklerinde " İşte yine ete kemiğe bürünmüş, Yunus olarak görünmüştüm. İşte yine hakikatten mecaza, gerçekten yalana dönüşmüştüm."demesi oldu. Allah aşkı ile bizim hakikatimiz ona mecaz geliyordu. Kendi istediği gibi halkın içinde ama halktan uzaktı artık. Tasavvufun ne boyuta bir şey olduğunu tekrar görmüştüm böylece...

BİLMEM

    Allah'a ulaşmanın yolunda en büyük sınav bana göre "Bilmem" demektir. Bildiğinin altında ezilirsin. Pek çok şeyi merak edip bilmek istesen de bilemesin. Asıl bilmen gerekeni de bilmezsin. "Bilmem" demek aslında "Ben" dememektir yani kendinden vazgeçmektir. Fakat Yunus zamanla bu zorluğun ona olan faydasını keşfetmiş ve "Bilmem" demenin huzurunu tadıp kendini bulmuştur. Bilmeyerek unutması gerekenleri unutmuştur.

Taptuk Emre bir gün Yunus Emre'ye:
" Biz ümmlyiz ve senin aklında sorular var. Soruyla dervişlik olmaz; teslimiyet gerektir; bu yüzden hiç nesnen kalmayana dek sorulardan kurtul; zahirini terk eyle, dimağını ant. Bundan böyle 'Bilmem!..' çek ve 'Bilmem!' lafzı senin virdin olsun. Ta o güne kadar ki sana 'Adın nedir?' diye sorulsa 'Bilmem!' diyesin," buyurmuştu.






" İlim ve irfan sanki iğne olup ruhuma ilmek ilmek düğümler attı. İlim ilim ilmek oldu, eşyayı ve alemi bana gösterdi. Lakin "Bilmem!" zikri bütün bunu inkar ile hala gözlerimi nefsime, kendime, içime çevirmemi gerektiriyor. Her öğrendiğim şeyden sonra "İlim kendini bilmektir!" cümlesini gönlüme telkin edip durmaya başladım. Bu yolculukta bir karar aldım, artık çevremde olup bitenleri buna göre okumaya çalışacak, bütün evreni, kendimi bilme yolunda bir kitap sayacağım. Öyle ya, kişi kendini bilmezse ya nice okumaktır?"

Yunus ile birlikte tasavvufun ne olduğunu Taptuk Emre ile diyologundan anladığımı hissettim.

 "Hadden aşılmayacağını iyi bilirim sultanım, iyi bilirim."
 "İyi mi bilirsin? Bilmeyi hala ne diye sayıklarsın Yunus; bildiğini unutınadın mı hala!.. Bildim dediğini unuttuğunu, bilmek için kendini boşalttığını zannederdim ben. Bilmemeyi bilsen, güneşi bilesin diye yıldızı tanıdığını bilirdin. Bilmek yolunda yaya mı kaldın Yunus?!. Evladım!.."

O günden sonra dağa taşa, kurda kuşa yeniden bilmezlik nazarıyla baktım. Çok zor oldu, ama bu sefer başardım. Hiç akıl yürütmedim, hiç kendi nefsime güvenmedim. Gitgide bilmezliğin ne huzurlu bir dünya olduğunu anlamaya başladım. Bildiğimin kesin olmadığını o vakit öğrendim ve bildiğime de -yalan olmayacak hallerde- bilmem demenin tezzetini tattım. Çok geçmeden bilmezlik halinin bendeki beni götürmüş, benlikten arındırmış, ruhumu yı­ kamış, derviş ile Rab arasındaki en kalıri perdeyi, beni ve benliği ortadan kaldırmış, yalnızca bilinmesi gerekeni bildirmiş olduğunu anladım. Allah'ın varlığı yanında kulun, sevgilinin varlığına nispet sevenin bir varlığı veya bilgisi olamayacağını idrak ettim. Tapduk yolunda dervişe lazım olan, benlikten sıyrılmak, belki "bensiz ben" mertebesine erip her şeyini efendisine ait bilmekti. Asıl bilinmesi gerekenin Allah olduğunu kavradım. Hakikat bilgisi karşısında benim bildiğimin yalnızca bir vehim, var zannettiğiminse yalnızca bir hayal olduğunu keşfettim. Bu sayede kendimden vazgeçmiş, kendimi unutmuş, kendimi kaybetmiş idim. Bunun bir merhale olduğunu ise çok daha sonra keşfettim ve güneşe bakınca yıldızımı görebileceğimden şüphe duymayarak yaşamaya başladım. Yıldızımı güneş ile değişmemiş, bilakis güneşin cezbesinde yıldızımdan ışık almıştım. Muhtemelen Mecnun da Leyla'dan Mevla'ya yükselirken böyle olmuştu.




"Kimisi bilmem der, bilir; kimisi bilir bilmezlenir. Kimisi bilmediğini bilmez, bilirim der; kimisi bildiğini bilmiyor zanneder. Bilmemeyi bilmekle bildiğini bilmernek aynı değildir. Kurtulanlar, bilmediğini bilenlerle bildiğini bilmeyenlerdir.




KENDİNE YÜRÜMEK

    Yunus artık benlikten arınmıştı böylece kendine yürümeye başlamıştı.
"Çaresiz boynumu büktüm, içime döndüm, kendime yöneldim. Sanki bende değildim de bir suretim vardı, bırkarndan içeri yürürdü. Dağlar mekanıındı ya, suretimi de beraberimde götürürdüm. Değil mi ki yolum uzaktı, menzilim çoktu, geçidi yoktu; suretimle yoldaşlık ederdim ... Böyle böyle çok yürüdüm, bende benden içeri yürüdüm. Durmadan yürüdüm, dinlenmeden yürü düm ..."

 






MEVLANA

    Kitaptaki görüşlere kimi zaman karşı çıkıp çoğu zaman katıldım. Bazen ise farklı bir bakış açısı yakaladım. Farklı görüşler edindim ve unutmayacağım sözler öğrendim. Mevla'dan bahsedilen kısım da ise her kelimeden etkilenmemek mümkün bile değildi.

MEVLANA KİMDİR ?

"Ay vurmuyorsa yüzüne, güneş vurmuyorsa pencerene kabahati ne ay'da ne güneş'ten ara. Gözlerindeki perdeyi arala."

"İncitme! İncittiğin yerden incinirsin."

"Gerek yok her sözü laf ile beyana... Bir bakış bin söz eder, bakıştan anlayana."

"Hayat sana arka arkaya dikenleri gösteriyorsa, sakın üzülme, aksine sevin. Çünkü çok yakında gülü de gösterecektir."


    Şüphesiz kitapta en çok beğendim ve yeni bir bakış açısı kazandığım konu Mevlana'nın ölüm hakkında söyledikleridir.Ölümü böylesine mükemmel cümleler ile tasvir etmek bana tamamen yeni bir bakış açısı kattı:
           "Çünkü ölüm var. Herkese kendi rengindedir ölüm ... İyi de görünür parlak bir aynada, kötü de!.. Aynada güzeldir güzelse yüz, çirkin yüz de çirkin elbet! Ölümden korkup kaçıyarsan eğer, kendi çirkinliğindir seni kaçıran ... Ölümün yüzü değil çünkü çirkin olan, belki kendi yüzündür de aynada yansımış­tır. İyinin de sende büyümüştür fidanı çünkü, kötünün de ... Kendi elinle kazandığındır güzel de, hem çirkin de ... Her doğan ölür elbet!.. Çırak ne olmuşsa yerin altında, usta da o olmuştur ... Yalnız kalmak istemiyorsan gideceğin yerde eğer; iyilikten, güzellikten, doğruluktan evlatlar, dostlar, yoldaşlar edin kendine şimdiden ... Geçip gitmede ömür ... Umutlar hep yarın, yarın, yarın!.. Tükenen zamanı dolduruyor hep kuru kavgalar, boş didişmeler, faydasız gürültüler ... Aklını başına al kardeş! Günü, bugün say; ölüm ki kaşla göz arasında; ölüm ki dudakla söz arasındadır ... "
     
      Yunus ile Mevlana'nın konuşması da Allah£a ulaşmanın yolunu öğretmiş ve bu işe yeni boyutlar koymuştu: 
"O'nun muradı benim muradımdır." 
"Hep öyle olsun kardeşim Yunus. Murat, sevgilidir çünkü. O'nun yolunda her mürit aynı zamanda murattır. Çünkü iradesini muradın eline vermiştir. Bir kör, kendisini yeden kişiyi uçurumun kenanndan nasıl takip ederse, mürit de muradını öyle takip etmelidir. Murat olmasaydı, · mürit olmazdı. Allah bir kişinin mürit olmasını istediğinde, onun kalbine muradı verir. Bu durumda Allah'ın muradı mürit, müridin muradı O olmak gerektir." 
"Sitare ile ben gibi!" demek üzereydim ki 
"Seven ile sevilen gibi" deyiverdi. 'Mürit yürürse murat uçar!" 
Yüzüme baktı. "Kimi hatırlarsın Yunus?" diye sordu.
 "Sitare'yi" diyecekken cevabıını beklemedi: 
"Yıldızdan geç Yunus, artık güneşe bak!" 

    Güneşe baktığımızda yıldızları görmeyiz bu da Yunus'a ihanet ettiğini hissettiriyordu fakat yıldızları görmesek bile onlar ordadır. Bunu kavrayan Yunus, Allah aşkının Sitare'yi unutup ona ihanet etmek olmadığını anlamıştı. Aynı zamanda güneş ile yıldızı rakip görmediğinde yıldızı güneşe katabilirdi. O günden sonra Taptuk Emre Yunus'a ne öğrendiğini sorunca Yunus:

     
                      "Sitare olmayan alem, olmasa da olurdu sanki. O'na sitem mi etmeliydim, düşmanlık mı, bilemedim. Sonunda Sitare'mi alana ben de canımı satınayı uygun buldum ve gönlümü yalnızca O'na adadım; Sitare'mi güneşe kattım, mecazdan ve hayalden geçip O'nun aşk oduna, hakiki aşkın oduna yöneldim.

"Yıldız, ışığını güneşe verdi, ben de yıldızımı güneşte kaybettim."



     





    





BİZİM YUNUS

     Şüphesiz kitabın ve Yunus'un hayatının en etkileyici hikayesi "Bizim Yunus Hikayesi"dir. Bu olay aynı zamanda Yunus'un hayatında dönüm noktası olmuş Yunus artık o başka Yunus olmuştur.

     Yıllarca odun taşıdıktan sonra su taşıma görevi verilen buna gücenmekle birlikte dergahta çıkan dedikoduya dayanamayan Yunus, dergahı terk eder. Dedikoduya göre Yunus Taptuk Emre'nin kızına vurulmuştur. Yunus'un canını en çok Sitare'nin üstüne bir isim duymak ve bunu derviş kardeşlerinin yapması yıkmıştır. Hala İsmail'i bulamamanın verdiği hırsla dergahtan ayrılmıştır.
     Dolanırken iki abdal görmüş ve onlarla yola devam etmiştir. Bir mağarada konaklarken iki akşam abdalla dua etmiş yemek gelmiş, abdest için su gelmiştir. Yunus bu olanlara inanamamışken abdallar üçüncü gece Yunus'un dua etmesini istemiştir. Yunus ne yapacağını bilemez halde Allah'a beni utandırma Allah'ım diye dua etmiş ve gözünü açtığında abdallar hayretle Yunus'un açtığı bereketli sofraya bakmaktadılar. Abdallar bunu görünce:
 - Kimin hatırına dua eyledin, kimin hürmetini istedin ki, sana bu nimet verildi?
 -Peki siz kimin hürmetine istersiniz ey erenler ?
 -Biz Taptuk Emre'nin kapısında yıllar ylı odun taşıyan bir yunus vardır, onun hürmetine diye dua eder, isteriz. Çok şükür her gün bize nimet gelir.
      O an Yunus beyninden vurulmuşa döner. Dergahtan ayrıldığına pişman olur.

"Kırk gün susuzluk içinde su taşırken yunup arınarak makamlardan makamlar aşmış, yıllar yılı titreyerek odun getirdiğim vakit od ile yanarak halden hale yükselmişim. Meğer Tapduk Sultan'rm bu fakiri sessiz sedasız doldurmuş da farkına varmamışım"

      Dergaha gittiğinde derviş kardeşleri onu küfürler, tekmeler ve hatta tükürüklerle karşıladılar. Ne kadar diretse de dergaha giremeyen Yunus, yaralı halde otururken Abakay Derviş ve Ana Bacı'nın sesini duyar. Ana Bacı, Taptuk Emre'nin karısıdır ve Yunus'a:
  "Fırsatı değerlendir. Kalkabilirsen hemen kalk, var dergaha. Tapduk, sabah narnazına abdest almak için çıkar. Kapı eşiğine yat boylu boyunca. Üstüne basınca bu kim diye sorar bana. Ben, 'Yunus,' derim. 'Hangi Yunus?' derse bil ki, gönlünden çıkmışsın; git buralardan. 'Bizim Yunus mu?' derse ayaklarına kapan, kendini bağışlat." der.
       Yunus koşarak dergaha gider ve eşiğe yatar. Taptuk Emre Yunus'un yüzüne basarak:
  "Bu kimdir, hatunum ?
  "Yunus'tur,efendi,Yunus'tur."
  "Bizim Yunus mu?"
       



DENİZ OLMAK

        Yunus'un sık sık sorarak yoluna devam ettiği sorular zamanla okurun kafasında da yer ediyordu.
Bana göre en güzel soru "ırmak olmak mı göl olmak mı ?" sorusuydu.

      "Bütün mesele ırmak olup koşmalı mı; yoksa göl olup dinlenmeli miyim sorusunda düğümleniyor."

      Ona göre Allah yolundaki yolculuk sakinlik, dinginlik yani dinlenip göl olmaktı. Akarsu olmak hayatına olduğu gibi devam etmekti. Kendisinin kaldığı bu ikileme okuyucu da sürükledi. Allah yolundaki yolculukta bu sorunun cevabı her şeyi açıklar nitelikteydi. Tasavvufun ne olduğu idrak etmenin en güzel yollarındandı.

        "Ruhumda huzur vardı. Irmağırnın göle durduğunu düşünüyordum ama sanki denize ulaşmıştım. Dervişliğin, göl olmaktan öte hallerini öğreniyordum. Deniz halini, umman halini, derya halini, atlas halini... Denize kavuşmakta hem büyük bir teselli, hem büyük bir bahtiyarlık olmalıydı."


MADDE Mİ MANA MI ?

     Yunus'un madde ve mana arasında sürekli bir düşünmüş ve bir cevap aramıştır. Cevabı ise dergahtan ayrılıp insanlara yardım ettiği onlara onlara şifa verdiği zaman bulmuştur.

"Allah insanı yedi kahpta ve yedi tavır üzerine yaratmıştı. Kapımıza gelen hastaları kendi tavırları içinde değerlendirince, dertlere çare bulmak kolaylaşıyor, şifa ellerimden hemencecik akıyordu. Bu yedi tavır, sanki balçıktan ruha doğru yükselen kişilik katmanları gibiydi. Önce kahbı oluşturan tabiat vardı. Tabiat toprak demekti ve maddeyi temsil ediyordu. Bu maddeyi içten dışa nefis, kalp, ruh, sır, hafa ve nihayet ahfa adlarıyla mana halkaları kuşatıyordu. Toprak olan beden nefis ile yoğruluyor, bedenin iyilikleri kalp sayesinde nefse karşı koyuyor, ruh kalbin açtığı yolda yükseliyor, bu yükseliş bedendeki her türlü sırrın -buna hastalıklar da dahil- kapısını aralıyor, hatada sırrın sırrına erişiliyar ve nihayet ahfa ile sır çözülüyordu"

        Sitare ise "Denge madde lehine bozulunca insanın nefsi, mana lehine bozulunca da ruhu öne çıkıyor, biri diğerini bastırıyor Can Yunus!" demişti.

   


    Madde ile mana konusunda kitabın yazarı İskender Pala'nın yorumu ise videoda yer almaktadır.

20 Mayıs 2016 Cuma

SAMUEL

   

   Yunus, İsmail'i Satı Nine'ye emanet etmesine karşın İsmail kaçırılmış ve zaman içinde tanrının varlığına inanmayan Arn ustanın yanında işgenceler yapan biri haline gelmiştir. Kitabın anlattıklarına tam zıt düşünceler ile tanrının varlığı hakkında sürekli sorular sormuştır. Yaşadıklarından yola çıkarak sık sık sorular sormuş ve özelikle Allah'ın adaletsiz olduğunu söylemiştir. İnsanların ve kendinin başına gelenlerin adaletsiz olduğunu eğer bir tanrı olsaydı bunların olmayacağını düşünen İsmail, babasından nefret ettikçe Allah'tan da uzaklaşmıştır. Çünkü babası ona "Alah'la dost ol" demiştir. Babasının dostundan da nefret etmiştir.

"O'na çok öfkeliydim. Hala O'nun var olduğuna inanmak istiyordum ama olup bitenler bunun aksini bana fısıldıyordu. Eğer var ise bütün bu olanlara nasıl ve neden tahammül ediyordu? Neden bu olanlar hep bana, benim gibi olanlara, bozkırın masum ve korumasız insaniarına oluyor da Çekikgöz'e, soğuk nefeslilere, haramilere olmuyordu? Kendisine kulluk eden, Tanrılığını tebcil ve tespihte kusur göstermeyen kullarını zelil edip de düşmanına neden güç ve iktidar veriyordu? Babamın bana anlattığı Allah'la aramızda var olduğunu düşündüğüm dostluk duyguları beni terk edip gideli çok oldu. Meğer babam"Allah'a dost olursan, Allah da sana dost olur!" diye yalan söylemiş, beni aldatmış." 

     İsmail de zaman zaman Allah'ın varlığı hakkında deliller bulmuştur. Fakat bazen korkusu bazen nefreti yüzünden sonuç yine aynı olmuştur.

"Samanyolu'ndan ötelerde bir yerde bir cennet olduğunu hayal ediyorum, oralarda bir yerde beni gözetleyen, ne yaptığımı bilen, kalbimi okuyan bir yaratıcı olması gerektiğine inanıyorum ama sonra işkence tezgahındaki çığ­ lıklar, insanlar arasındaki eşitsizlik ve adaletsizliğe saplanan dünya beni bu fikirden vazgeçiriyor"
                
            "İşkence tezgahında yatan mahkumların parçalanan kaslarındaki girift yapıyı, vücut denilen insan varlığının mükemmel tasarımını inceledikçe bir yaratıcının olması gerektiği neticesini çıkarınıyar değilim. Hele bedenlerindeki kemiklerin birleşimlerini, organların çalışma sistemini düşündükçe bir Allah'ın var olduğuna hükmediyor ve yaptığım işi bana onun takdir ettiğini sanıyorum. Sonra da O'ndan korkmaya başlıyorum. Var olduğu fikrinden de korkuyorum; yok olduğu fikrinden de ..."

    Sadece İsmail değil dergaha gitmeden önce Yunus da bu soruları kendine sormuştur. 
       "Allah'ın bu olup bitenlere neden dur demediğini hala sorguluyorum. O dur dese Sarıcaköy'de olanlar olmazdı. O dur demediği için, ben de onları layıkıyla koruyamadım."
 
      Fakat bu sorulara cevap Hacı Bektaş-ı Veli'den kesince ona gelmiştir.
"Allah'ın bütün bu olanlara neden tahammül ettiğine ve dur demediğine hiç şaşırmasın; gideceği kapıda O'na dost olmaya çalışsın, kafidir!

         Bu sorularla beraber okur da bu sorulara cevap almayı bekler hale gelmiştir. Kitap bitmeye yakın cevabı kendimizin bulması gerektiğini düşünüp cevabı bulmaya ısrar etmeyi bırakmışken başımıza gelen belaları kitap bir tokat gibi açıklamıştır.

            "Sonra bir nida duyuldu: "Elestü bi-Rabbiküm!.." yani ki, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Bu öyle bir nida idi ki cevabı herkesin hayranlığı içinde gizlenmişti; herkes bu sorunun cevabını kendiliğinden biliyordu; herkes aynı anda ve bir ağızdan "Kalu 1 dediler:" "Bela!.. Bela!.. Bela!..." Her dilde değil, tek dilde, ezel dilinde bu "bela"lar "Evet, elbette öyledir, Sen bizim Rabbimizsin!" demekti. Olumsuz sorulara verilen bir olumluluk cevabı. "Evet" anlamına gelen yığınla kelimeden biri... Buna rağmen hiçbir ruh, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna doğrudan doğruya "Evet!" demedi. Çünkü o vakit cevap, haşa ki "Evet, sen bizim rabbimiz değilsin!" olacaktı. "Bela" dedik ve karlerimize bela yazıldı. O anda anladım ki dünyada belalar le imtihan olunmamız bundandı. Benim gibi herkes de Allah'a verdiği sözü bela ile ölçecekti. Sonraki nidayı duyunca buna tamamen inandım: "Şehidna!" Yürekleri yerinden titreten bir kelimeydi bu ve ikaz ediyordu, "İşte sizi birbirinize şahit tuttuk!" Allah, güzelliğinden zerre miktarını bize bağışlamış ve karşılığında kulluk sözü almıştı. Bununla da kalmamış bizi bu sözümüzden dolayı birbirimize şahit tutmuştu. Yani herhangimiz, verdiğimiz sözü unutur veya o sözden dönersek diğerimiz ona hatırlatacak, "Aman ha! Ezel gününde, can bezminde söz vermiş, bela demiştin!" diyecekti. "İnsanoğlunun başına gelen belalar hep bu imtihan için mi Geyikli ahi?" diye gönlümden geçirdiğim sırada "Ne sanıyordun ya Şeyh Yunus!.." cevabını gözüyle verdi, ardından "Fırtına gelince hemen Allah'ı hatıriayıp da fırtına dindiği vakit unutan gemiciler gibi..." demeyi ihmal etmedi."
       

ASLANLI HÜNKAR

        "Eline,beline,diline!.."


     Hacı Bektaş-ı Veli dergahında ceylan ve aslanın barış içinde yaşaması ona Aslanlı Hünkar denmektedir. Yunus ise ona Tebessüm Sultan demiştir. Bunun sebebi onunla ettiği sohbette hiç yüzünü asmadan gülümsemesidir;
    Yunus Emre Hacı Bektaş-ı Veli dergahına yakılmış ve yıkılmış köyü için buğday almaya geldiğinden Hacı Bektaş'ın nefes verme teklifini reddetmiş ve köylüsünü düşünerek buğdayda ısrar etmiştir. Hacı Bektaş : -Nadide yiğidim benim, nefessiz gidilen yolun sonu bulunmaz, karanhktır. Nefes ile gidersen ruhunun güzelliği cemaline yansır.Hele gel sana her bir yemişin için iki nefes verelim, gönlün aydınlanıp güzelleşsin!?. Dediyse de Yunus buğdayı alıp Sarıcaköy'e varmıştır fakat burada karısının öldüğünü köyün yakıp yıkıldığını görmüştür.Nefessiz gidilen yolun sonunun karanlık olduğunu anlamıştır oğlunu Satı Nine'ye emanet edip geri dönmüştür fakat buradan geri çevrilmiştir.


   
     Kitapta Hacı Bektaş-ı Veli'nin "Dört kapı, dört inanç için açılır" sözüne yer verilmiştir. Bu sözün anlam bakımından oldukça zengin olduğunu düşündüm. Tasavvuf inancını özetler niteliktedir dedim kendi kendime.
                       " Dört kapıdan kastı, şeriat, yani İslam dini, sonra tarikat yani şeyhe bağlanmak, sonra marifet yani Tanrı bilgisi ve nihayet hakikat yani Tanrı'yı tanımak, O'nunla olmak. Dört inançtan kastı ise ibadet, niyaz, adak ve vuslat. .."

     
         Annem kapı eşiğe basmamam konusunda beni hep uyarırdı. Bu uyarının sebebini de bu kitap vesilesiyle öğrendim ve bu beni fazlasıyla etkiledi.  

   " Kendini bilen insan elbette kendini sever, kendini seven ise Tanrı'yı sever, Tanrı sevgisinin kapısı Ali'yi sevmektir,Kapı alidir, bu yüzden kapı eşiğine basılmaz. Dervişlerimiz arasında huzura girerken eşiğe basanını gören var mı hiç?"